20 Haziran 2007 Çarşamba

kibrit kutusu

Yolda yürürken veya otobüste giderken, aklınıza bir şeyler gelir düşünürsünüz, ama ne düşündüğünüzü çevrenizdekiler bilmez, salondaki resimlere bakar bulursunuz, eskidir resimler bir sürü anı yüklü, aynaya bakıpta yüzünüze lanet okuduğun zamanlar olur, kimsenin haberi olmaz salak bir filmin salak bir sahnesine ağladığınızın. Ama o hep yanınızda durur, bilirsiniz, küçük bir kutuya hapsedilmiş ve yıllardır orada olduğunu bildiğiniz halde orada olmadığını gösterircesine gürültü ile gelip kimsenin duymadığı sözler söyler, onu kovamazsınız, uzaklaşamazsınız, yine küçücük kutusuna sokmaya çalışırsınız, belki resimle belki bir otobüsün koltuğundan camına yaslanmış sarı saçlı yeşil gözlü kızla gelir, belki evet belki hiç istemediğiniz anda yanınızda bitiverir sanki bir mumun parafin kokan dumanında saklanmış gibi.

Evde otururken, salonda mesela, boşalan şarap bardağınızı doldurmak için kaltığınızda o rahat, tıpkı anne kucağı gibi koltuğunuzdan, şarabın bitiverdiğini görürsünüz, nafile gece geçtir çıkıp dışarda şarap aramak için, sığınırsınız şarabın üzerine biraya, kaybolmak istersiniz arpanın suyunda, lavabonun akan suyunda traş bıçağınızın üzerindeki sakallarınızın akıp kaybolduğu gibi.

Ne salakça bir durumdur, her sabah traş olmak, sırıtan bir yüze sakalsız bir cilt lazımmış gibi.Oysa gülmenin ne kadar zor olduğunu, geçtiğiniz bir duvarın üzerinde yazılı bir söze bakarak anlayabilirsiniz. Duvar belki yıllardır orada vardır, üzerine kimbilir neler yazılmıştır, 80 lerde belki bir devrimcinin canı pahasına, gecenin geç vakitlerinde, çocuğunu sıcak yatağında bırakıp, belkide daha yeni evlendiği karısını bırakıp gelmiştir. O güzellik ordadır, yatakta, pürüzsüz teniyle, o ise duvarın önünde, bir eli fırça tutar bir eli boya kutusu.

Duran, giden, hareket eden herşey ilgi çekicidir, durduğunda, gittiğinde, hareket ettiğinde niye diye merak ederiz. Niye durduk? Binlerce yıldır sorular sorarız, bıkmadan usanmadan soruları çeşitlendiririz, bir labirentteki farenin cevapları ne kadar az ise bizim o binlerce çeşite ayırdığımız sorulara verilen cevaplar hemen hemen aynıdır.

Durmadan sorarız, neden, niçin, nasıl? Aşk varmıdır, güneş niye orda asılıdır, ay neden parlaktır, ismi lazım olmayan adam veya kadın niye salaktır veya niye bu kadar iyidir, yoksa biz öyle düşündüğümüz için mi o-onlar-bunlar-şunlar salaktır veya iyidir. İyilik nedir? Birinin bizi anlaması, yardım etmesi midir? Cevaplar hep aynıdır. Bir matematik denkleminin verebileceği cevap kadar kesin ve net değildir oysa, cevap kaypak, cevap ikiyüzlü.

Net olan gölgedir, ışığın olduğu yerde izini bulursun, uzun uzun aramana gerek olmaz. Işık bazen bir bir kelimedir, bazer bir yağmur damlası, uzakta değil, elindedir, aklındadır, yüzündedir belkide gözünde.kimbilir. belkide kibrit kutusunda gizlidir.

Sabah, ister kış ister yaz sabah sabahtır, kapıdan çıkıp binlerce insanın arasında kaybolduğunda yüzüne vurur, serin sıcak veya nemli, gecenin sahibidir sabah. Kör karanlığın bekçisi, işlenen günahların temizlikçisi, emekçilerin kabusu. Alınterinin toplayıcısı vede ışığın habercisi.

Bir apartmanın onikinci katına çıkıp aşağıya bakmayla, bir dağın üzerinden bakmanın arasındaki fark nedir? Yeşillikle insanların koybolmuşluğunu birleştirmek için kafa patlatmak ve bunu dile getirmek olsa olsa genç bir kızın kalbine girmek için uğraşan, bilmem kaç kitap okumuş, bedeni ile birlikte ruhu yaşlanmış birinin işidir.

Aklın binlerce yolu deneyerek kendinden kaçması, durmadan eskiyen bir madde olan bedeniyle aynı yerde birlikte durmasının bir sonucudur. Yenilik aradıkça boğazını sıkan bir el gibi, suda dibe çekilen gibi. Oysa duvarda asılan bir resmin içindedir gizem. Yaşamın içinde aramak niyedir? Zamanın gözüdür akıl, acımasız olduğunda kendine bile tuzaklar kurar.

Mesela metrodasın, oturmak için bir yer bakınırsın, ansızın gördüğün kısa saçlı, alnı açık makyajsız yüzdeki bir çift göze takılırsın yeşildir, parlak sevgi dolu, gözlerini kaçırmak nafile. Bakmasan bile o ordadır. Zaman dursun istersin, kimsenin kimseyi görmediği, sadece kendi gözünün onun gözü ile bütünleşmesini istersin. Ama öyle olmaz utanırsın, gözlerin kaçar başka yerlere, gel buraya diyemezsin, aklın gözlerine hakim olur, duygu çırpınır kelebeğin sudaki çırpınışı gibi, boğulur. Aklın emirler yağdırır, tekrar bakmamak için çabalarsın, okuduğun, biriktirdiğin adına medeni diye yakıştırdığımız kelimeye sadık kalırsın. Niye? Oysa kulaklarında, o heryere taşıdığın müzik vardır. Ya inadını yenersin veya ınadın galip çıkar, tekrar bakıp bakmamak arasındaki kavga sonsuz gibidir. Yenen yenilen yoktur aslında, bir oyun, tıpkı üç yaşındaki bir çocuğun ihtiyacı gibi. Sadece bir oyun. Oynamadıktan sonra bunca zahmete girip yaşamanın ne anlamı var?
Veya hergün kalkıp işe gitmenin, bilmem kaç kişinin bilmem kaçıncı işini yapmanın?

Muhtemelen bindokuzyüzdoksan ile ikibin arası yazılmış

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder