11 Temmuz 2013 Perşembe

Hırka

Annemin ördüğü on yıllık hırkayı hala giyiyorum. Nedeni basit, benim için manevi bir yanı var. Eski de olsa giyince kendimi güvende hissediyor ve üşümüyorum.

Çoğu insan bu duyguyu yaşar. Yada sadece ben yaşıyorum. Kendini güvende hissetmek duygusu dünyada yaşayan her canlı tür için var olma güdüsü kadar eski bir duygu.

Aynı zamanda yaşamın komik yanı da. Kendini güvende hissetmek kolay elde edilecek bir duygu da değil. Komik bulmamın nedenini ise şöyle açıklayabilirim. Kendini güvende hissetmek için çabalarsın, mücadele edersin, sonunda kazanırsın ama çok çabukda kaybedersin. 
Çünkü kendini güvende hissetmek için biri veya birilerine de güvenirsin aynı zamanda. Biri veya birileri güvenini boşa çıkarırsa tekrar aynı konuma gelirsin. Belki kendine olan güvenin kaybolmaz ama tekrar kendini güvende hissetmek için çabalama devri başlar. 

Birine güvenmen kendine güvenmenden yola çıktığı için bazende kendine olan güvenin azalabilir. İşte tıpkı hırka gibi giydiğinde kendini güvende hissi verir çıkardığında ise bu duygun kaybolabilir. Belki hırka seni ısıttığı için üşüdünmü başka bir ısıtacak giysi giyebilir ve ısınabilirsin. Ama hırkanın verdiği güvene ulaşamıyabilirsin.

Güven adında bir arkadaşım vardı birgün adını niye güven koymuşlar senin diye sorduğumda laf olsun diye demişti. Gırgır biriydi. Ama sonradan düşündüğümde sanırım laf olsun diye çok şey yapmaktayız sonucuna vardım. Bazen evin içinde konuşacak birilerini bulamadığımda laf olsun diye kedimle veya çiçeklerimle konuşuyorum. Deli olmadığımı biliyorum. Hatta bundan eminim.

Ama kedim ve çiçeklerimle sohpetim bittiğinde kendimi, kendime gülmekten alamıyorum. Uzun zaman bunu niye kendime yapıyorum diye düşündüm, bulamadım.. Hani birini seversiniz ve onu anlamaya çalışırsınız. Ne kadar anlamaya çalışırsanız çalışın asla onun karanlık bir yüzü olduğunu göremezsiniz. Karanlıktır çünkü bilemezsiniz. O başkasıdır sizin için. Oysa tanıdığınız yüzü ne kadar da sevimlidir. 

Tıpkı aşkın iki yüzü olduğu gibi, biri sevgi biride nefret gibidir. Siz sevgi yüzünü görürsünüz. Nefret yüzü ise korkutucudur. Soğuk bir günde dondurucu bir rüzgar gibi benliğinize işler. Kişiliğinizi ezer. Belkide hiç olmaması için dua edersiniz. Taki o ana kadar tanrıya inanmadığınız gibi öteki yüze de inanmazsınız. İşte o zaman birşeylerden vazgeçmenin bedeli ile yüz yüze gelirsiniz. Ya korkularınız sizi ele geçirecek ve yönetecektir yada korkmadan öteki yüzle karşılaşıp göz göze geleceksiniz. 

Ayın karanlık yüzüne, gördüğünüz aydınlık yüzden yansıyan düşünceleriniz size binlerce hayal kurdurabilir. Ya bu hayallerle yetineceksiniz veya ayın karanlık yüzüne bakmak için oraya gideceksiniz. Seçim sizin. Ama bir tafsiyem var. Yüzleşirken kendinizle de yüzleştiğinizi asla unutmayın. Bundan kurtulmanın tek yolu var yüzleşmemek. Yürekli biriyseniz bundan kaçınamayacağı gerçeğini görebilir ve buna uygun davranabilirsiniz. Kimbilir belkide mutlu olabilirsiniz. Kendinizi tanıma fırsatı da bulabilirsiniz. Ve mutlaka bulacağınıza inanıyorum. 

Hep merak etmişimdir, biri veya birileriyle yüzleşmekten korkumuz nerelerden geliyor. Bizi bundan korkutan ne. Kendimizi binlerce irili ufaklı yalan veya hayal mahsülü sözcüklerle niye kandırırız. Uygarlığın bize sunduğu felsefi veya sosyal bir hastalık mı bu. Sanat ve edebiyatın hayal ürünü üzerine kurulu gerçeği bize duygu yüklü yalanlar mı veriyor. Her adımımızda ne olmamız konusunda ahkam kesen toplumsal gereklilikler üzerine kurulu gündelik yaşamın içinden aklımıza, zihnimize sokuşturulan fikirler kendimize yalanlar mı üretmemizi sağlıyor.

Uygarlığımızın getirdiği zenginlik, iç dünyamızda yarattığı yıkıcılığı farketmemizi engelliyor gibi. Yıkıcılığın ve şiddetin üzerine kurulu bir uygarlığımız var. Açlık ve yoksulluk sınırında insanların varlığını gittiğimiz bir film ile veya kendimize söylediğimiz bir yalanla örtebiliyoruz. Tıpkı onu neden seviyorum yerine onu seviyorum sözleriyle kendimizi kandırdığımız gibi.

Bazen aklımızla düşünüp hayatın bize rest çektiğini duyarız. Durup düşündüğümüz an son gelir. Düşünmeden restini görürüz yaşamın. Tek riskimiz biri veya birilerini kaybetmektir. Risk almadan yaşamanın anlamı yoktur. Uygarlığımızın öğrettiği iyi şeylerden biridir risk. Ama riskin olumsuz yanlarını da hiç görmezden geldiğimiz de oluverir. Kaybettiğimizde, kızgınızdır, öfkemizi en sevdiğimiz insanlara yönlendiririz. Baktığımız pencereden gördüklerimiz azdır. Ama bize yetiverir. Gördüklerimiz bize yeni gelir. Ama edebiyat romanlarında binlerce örneği vardır gördüklerimizin.

Okuruz, ne kadar çok okursak o kadar çok bilgileniriz. Ama kendi yaşamımız üzerine düşünme fırsatı geçtiğinde elimize, bu bilgileri elimizin tersiyle iteriz.
Yüzümüzü gökyüzüne çevirip yıldızları saymakla vakit geçireceğimize, parlaklıkları ve üzerimizde bıraktığı duygularla içimiz dolar. Oysa yıldızların bize sunduğu duygu yükü binlerce yıldan beri yaratılan uygarlığın yüküdür. Bunun hiçte kötü bir yanı yok. Hatta insanı rahatlatan ve mutlu eden bir yanı var. Zaten gündelik yaşam içinde kaybolmuşluğumuz bize içinde yaşadığımız kültürü sorgulama yeteneği vermiyor ki. 

Tam bir teslimiyetçi durum söz konusu. Biri veya birileri ile kültürümüzün olumlu veya olumsuz yanları üzerine sohpet etme şansı hemen hemen yok gibi. Günlük kaygılarla yaşamını sürdüren ve bunu altında stres ile yüklenen insanlarla kültürümüzü tartışamıyorsunuz. Tartışmaya kalktığınızda size deliymişsiniz gibi bakıyorlar veya soyutlanıyorsunuz. Hak vermemek elde değil.

Muhtemelen bindokuzyüzdoksan da yazılmış